ABD’nin Küresel Hegemonluğu Terk Ettiği Bir Dünyada Yeni Liberal Uluslararası Dünya Düzenini Neler Bekliyor?
29.12.24
Yazan:
Tugay Karayel
2016 yılı ABD tarihi açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Zira Donald Trump gibi nevi şahsına münhasır bir lider başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mevcut konjonktürün aksine Trump artık Avrupa’nın abisi rolünü ABD’ye daha fazla oynatmak istemiyordu. Ekonomik olarak külfetli olduğu için ABD kendisini doğrudan ilgilendirmedikçe hiçbir soruna müdahil olmamalı ve kendi çıkarını öncelemeliydi.

1. Liberal Uluslararası Düzen Nedir?
Liberal uluslararası düzen, bugün dünya tarihinde daha önce hiç görülmediği kadar fazla ülkenin demokrasiyi, açık ekonomiyi ve diplomasiyi benimsediği; özellikle SSCB’nin dağıldığı 1989’dan itibaren ABD’nin ayakta kalan tek hegemon güç olmasının da etkisiyle perçinlenen bir dünya düzenidir. Liberal Uluslararasıcılığın ilk formları karşımıza yüzlerce yıl önce Kant gibi bir “Uluslararası Federasyon” fikrini oraya atan düşünürlerle çıkmakla birlikte, teoriden pratiğe geçiş ilk kez Woodrow Wilson’ın ortaya attığı Milletler Cemiyeti sayesinde olmuştur.
2. Milletler Cemiyeti İle Suya Düşen Hayaller ve Çekingen ABD
Birinci Dünya Savaşı’nın İtilaf Devletleri tarafından kazanılmasının ardından ABD dünya sahnesine yeni bir başat güç olarak ortaya çıkmış ve adeta dünya siyasetinde bir karar verici olarak hareket etmeyi ilk kez deneyimlemeye başlamıştı. Bunun temel nedeni belki de Woodrow Wilson’ın ABD kongresinin de ilerisinde bulunan vizyonuydu diyebiliriz. Zira Wilson, Birinci Dünya Savaşı ile yıkılan düzenin yeniden kurulabilmesi için birtakım kurallara dayalı uluslararası bir örgütlenmenin meydana getirilmesini öneriyor, bu şekilde devletler arasında kalıcı bir barışa ulaşılabileceğini iddia ediyordu.
Ancak Wilson’ın fikirlerinin temellerinde bazı ilginç ve bugünün liberal uluslararasıcılığına göre oldukça ilkel görülebilecek noktalar mevcuttu. Örneğin Wilson için yeni kurulacak Cemiyet’e üye olacak devletlerin illaki demokrasiyi benimsemiş olmaları gerekmiyordu. Bununla birlikte ülkelerin iç işlerine kesinlikle karışılmamalı, Westphalia düzeni sürdürülmeliydi.
Ancak ne ilginçtir ki, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi devletlerde bulunan halklar self determinasyon, yani kendi kaderini tayin etme, hakkına sahip olabilmeliydi Wilson’a göre. Dolayısıyla Wilson’ın düzeninin galiplerin lehine kurulacak bir düzen olduğu oldukça açıktı. Ayrıca Wilson, sömürgeciliğin yerine sunduğu manda sistemiyle, tamamen batı lehine bir hiyerarşik düzen kurmaya çalışıyor gibi gözüküyordu. İlginçtir ki ABD son kertede kendi başkanının fikri temellerini attığı Milletler Cemiyeti’ne katılmadı ve her ne kadar teori artık pratiğe dönüşmüş olsa da yeni düzenin ölü doğduğu belli olmaktaydı.
3. II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş
Bugün hala daha liberal uluslararasıcılık denince akla gelen ilk kurumlardan olan Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Milletler Cemiyeti’nin yaptığı hataları yapmayacak şekilde bir yapılanmayla kuruldu. Ya da en azından öyle olduğu iddia edildi. Wilson’ın Milletler Cemiyeti’nin aksine Birleşmiş Milletler’in hayata geçirilmesi ile artık Westphalia sistemi ve “iç işlerine karışmazlık ilkesi” yeni düzenden silinmeye başladı. İki kutuplu Soğuk Savaş düzeninde ABD adeta yıkık dökük bir Avrupa’yı tek başına ayağa kaldırmakta, Marshall yardımlarının evrimleştiği OECD gibi kurumların kurulması ile ekonomik, Kuzey Atlantik Paktı (NATO) gibi kurumların kurulması ile ise askeri olarak bölgede bir lider görevi görmekteydi. Fakat SSCB’nin yıkıldığı 1989 yılından itibaren (özellikle de Avrupa’nın bu döneme kadar önemli ölçüde kalkındığını düşündüğümüzde) ABD’nin Avrupa’daki (özellikle askeri) varlığını sorgulayan görüşler belirmeye başladı.
2000’li yılların başında gerçekleşen 11 Eylül gibi terör saldırıları ise bir nevi, ABD’nin liberal uluslararası kurumların varlığının önemini sorgulayanlara cevabı gibiydi. Zira terörist gruplar ve siyasi olarak başarısız devletler artık dünyanın öne çıkan yeni tehditleriydi.
4. Sınır Tanımayan ABD’den Kendi İçine Dönen ABD’ye
ABD’nin Irak savaşı gibi tek taraflı hareket ederek gerçekleştirdiği eylemler artık Westphalian sistemin tamamen yok olduğunun en bariz emareleri olmuştu. Her ne kadar dünya kamuoyundaki pek çok devlet ABD’nin bu kendi başına buyruk eylemlerinden rahatsız olsa da özellikle de kendi çıkarlarını düşündüklerinden ABD’ye karşı çıkmak istemiyorlardı. İşte bu durum kendi içinde liberal uluslararası düzeni bir kriz içerisine soktu. Gerçekten liberal uluslararası düzen tüm devletlerin özgürlük, insan hakları vb. değerlerini korumayan bir sistem miydi, yoksa ABD’nin Ortadoğu müdahaleleriyle çıkmaza sürüklenen Irak, Libya gibi ülkeler gerçekte ABD’ye ulusal çıkarı nedeniyle pek fazla karşı gelmek istemeyen ülkelerin umurunda mıydı? Yani liberal uluslararası düzen gerçekten liberal miydi, yoksa her devletin kendi çıkarını öncelediği realist dış politikalar devam mı etmekteydi?
2016 yılı ABD tarihi açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Zira Donald Trump gibi nevi şahsına münhasır bir lider başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mevcut konjonktürün aksine Trump artık Avrupa’nın abisi rolünü ABD’ye daha fazla oynatmak istemiyordu. Ekonomik olarak külfetli olduğu için ABD kendisini doğrudan ilgilendirmedikçe hiçbir soruna müdahil olmamalı ve kendi çıkarını öncelemeliydi. Trump’ın bu politikalarını içerisinde bulunduğu dönemle beraber incelersek liberal uluslararası düzende belirgin değişiklerin yaşandığını ve bu sistemin devam edebilmesi için bazı yeni revizyonların gerekli olduğu belirtilebilir. İlk olarak artık ABD sistemin hegemon gücü, her ülkenin yıkılmaz dayanağı olma rolünden uzaktır, eski ekonomik ve askeri tekelliği mevcut değildir. ABD’nin yanı günümüz siyasi arenasında Avrupa Birliği, Çin, Hindistan gibi aktörler sistemin başat gücü olabilmek için her geçen gün biraz daha çaba sarf etmektedirler. Öte yandan günümüz dünyasında artık Avrupa Birliği ülkelerinin pek çoğunun büyük bir hızla liberal yaklaşımlardan popülist milliyetçi yönelim ve yönetimlere doğru ilerledikleri gözlemlenmektedir. İşte böylesi bir yeniden kurgulanan düzende Birleşmiş Milletler daimi olarak 5 üyesinin oluşturduğu Güvenlik Konseyi’nin hiyerarşik üstünlüğü sistemin devamlılığı açısından ne kadar sağlıklıdır, bu bir soru işareti olabilir. Gelecek dönemin liberal uluslararası düzeninde Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin daha adil bir biçimde sayısal olarak artırılması ya da tüm BM üyelerine daha geniş söz hakkı verilerek sisteme zarar veren devletlerin gerçekten engellenebilmesi üzerinde çalışılacak en önemli konulardan olabilir.
Özetle, Soğuk Savaş’ın ardından SSCB’nin etkisinin kesilmesi kadar keskin olmasa da, artık ABD’nin hegemon önderliği liberal uluslararası sistemi terk etmiştir. Sistemin devamlılığı için daha yatay bir hiyerarşiye sahip olan, daha fazla ulusa, daha adil bir biçimde söz hakkı tanıyacak düzenlemelere ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yükselen sağa engel olamayan Milletler Cemiyeti’nin kaderi 100 yıl sonra Birleşmiş Milletlerin de kaderine dönüşebilir.
Diğer Yazılar
08.01.25
Trump'tan "Donroe Doktrini" İlanı: "Grönland Bizim Toprağımız!"
Donald Trump, bugün Florida'daki malikanesi Mar-a-Lago'da yaptığı bir açıklamada Grönland'ın ABD topraklarına dahil edilmesi gerekliliğini bir kez daha vurguladı. Trump, bu talebinin özellikle "ulusal güvenlik ve bağımsızlık" amaçlarına hizmet edeceğini belirtti ve Grönland'ı ABD için "kritik bir bölge" olarak tanımladı.
29.12.24
ABD’nin Küresel Hegemonluğu Terk Ettiği Bir Dünyada Yeni Liberal Uluslararası Dünya Düzenini Neler Bekliyor?
2016 yılı ABD tarihi açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Zira Donald Trump gibi nevi şahsına münhasır bir lider başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mevcut konjonktürün aksine Trump artık Avrupa’nın abisi rolünü ABD’ye daha fazla oynatmak istemiyordu. Ekonomik olarak külfetli olduğu için ABD kendisini doğrudan ilgilendirmedikçe hiçbir soruna müdahil olmamalı ve kendi çıkarını öncelemeliydi.
22.11.24
Milliyetçilik, Millet ve Toplum Üzerine
Milliyetçilik kavramı, her ne kadar bugün kullandığımız modern anlamıyla tarih sahnesine Fransız İhtilali zamanı çıkmış olarak kabul edilse de aslında tarih boyunca hep olagelmiş bir mefhumdur. Bu kavramın ilk örneklerini insanlığın ilk kabilelerinde ve klanlarında görmek mümkündür.