Trump'ın Dönüşü: Avrupa Siyasetini Neler Bekliyor?
19.11.24
Yazan:
Tugay Karayel
5 Kasım tarihinde gerçekleşen ABD Başkanlık seçimlerinin ardından Birleşik Devletler’in başkanlık makamının sahibi, daha önce 2016-2020 yılları arasında aynı görevi üstlenen Donald Trump oldu. Elbette ki bu geri dönüş yalnızca ABD’de değil, fakat dünyanın en ücra köşelerinde dahi büyük bir sansasyon yarattı.

Trump’ın İkinci Döneminde Avrupa Siyasetini Neler Bekliyor?
5 Kasım tarihinde gerçekleşen ABD Başkanlık seçimlerinin ardından Birleşik Devletler’in başkanlık makamının sahibi, daha önce 2016-2020 yılları arasında aynı görevi üstlenen Donald Trump oldu. Elbette ki bu geri dönüş yalnızca ABD’de değil, fakat dünyanın en ücra köşelerinde dahi büyük bir sansasyon yarattı. Zira Trump, başkanlık yaptığı süre zarfında olduğu kadar, seçim kaybetmiş eski bir lider olduğu dönemde de neden olduğu olaylar nedeniyle çokça konuşulan nevi şahsına münhasır ve ikonik bir figür haline gelmişti. Biz de bu yazımızda Trump’ın demokrat rakibi Kamala Harris karşısındaki seçim zaferinden sonra dünya siyasetini ne gibi gelişmelerin beklediğini kısa bir yazıyla inceleyerek bu ikonik figürün Avrupa siyasetini yeni dönemde nasıl şekillendirebileceği konusunda tahminler yürütmeye çalışacağız. Köşe yazımız başlıyor, keyifli okumalar dileriz.
Popülizm ve Sağın Önlenemez Yükselişi
Popülizmin kelime anlamı Britannica’ya göre “genellikle gerçek veya algılanan bir elit veya kuruluşla olumlu bir tezat oluşturarak, sıradan insanı savunan veya savunduğunu iddia eden siyasi program veya hareket.” Yani kısacası halkı halka överek halk tarafından destek elde etme sanatı olarak da değerlendirilebilir. Avrupa’da Macar lider Orban veya İtalyan Başbakan Meloni bu kavramın en bariz ve en popüler örneklerinden kabul edilmektedir. Popülizmin esasen bir ideolojisi olmaz, halkın muhafazakâr bir şekilde sarıldığı “konfor alanı” değerleri ne ise popülizm de ona göre şekil almaktadır. Son yıllarda dünya ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa bu kadar geçer akçe olmaya başlayan aşırı sağı temsil eden liderlerin popülizme sıkça başvurması bugün popülizm kavramının sağ ideolojiye içkin bir kavrammış gibi yorumlanmasının ana sebebi olmuştur.
Böylesine ilerlemiş bir teknolojiye, neredeyse yüz yıla yakın bir süredir dünya savaşı gibi büyük bir dehşeti deneyimlemediğimiz, hatta Avrupa özelinde konuşacak olursak adeta bir çeşit “Pax Europana” yaşadığımız bir barış döneminde, nedir dünya ülkelerini sağ ideolojilere bu kadar iten? Bu sorunun elbette pek çok karışık sebebi olabilir fakat özellikle Arap isyanlarından sonra başlayan göç hareketliliklerinin, göç alan ülkelerin demografisini bozması, 2020 Covid Pandemisi’nde dünya ekonomisinin yara alması nedeniyle ülkelerin kaynaklarının kıtlaşması, iklim değişikliği nedeniyle üretimdeki verimliliğin düşmesi gibi sebepler ülkelerin “kendi kendine yetme ve dışarıyı ikinci plana atma” eğilimlerini artırmış ve “ötekilere karşı biz” düşüncesini pekiştirmiş, bu durum da milliyetçilik ve dolayısıyla sağ popülizmin artmasını tetiklemiştir denebilir.
Peki Donald Trump bu tablonun neresinde yer alıyor? Esasen Trump, tıpkı pek çok diğer popülist politikacı gibi “Önce biz” bakış açısını sunan bir lider. Dolayısıyla kendisinin uluslararası anlaşma, kurum ve kuruluşlara da pek fazla saygısı ve bağlılığı yok. Fakat işte bu bağımsız, “önce ABD” diyen ve kendisi gibi liberal değerleri taşıyan diğer ülkelerin çıkarını umursamaz tavrı onun beslendiği en büyük kaynak durumunda. Yani ABD halkı da tıpkı günümüz dünyasındaki devletlerin büyük bir çoğunluğu gibi “güçlü lider” arayışı içerisinde ve ABD’de Biden gibi yetkinliği uzun süre sorgulanmış bir liderin ardından Trump tam olarak bu arayışın sonucu gibi gözükmekte. Ancak halk yeteri kadar bilinçli mi, bu bir tartışma konusu. Zira Trump’ın göçmen karşıtı politikaları, hatta gerekirse orduyu göçmen sorunu konusunda bir seçenek olarak kullanabileceğini açıklaması gibi konular her ne kadar maddi açıdan zayıflamış halkın dürtüsel manevi ihtiraslarını beslese de başkanın uluslararası hukuka bağlı kalmaksızın atacağı herhangi bir adım liberal sistemin güvenirliği açısından bir endişe yaratıyor.
Avrupa Birliği, Ukrayna-Rusya Savaşı ve NATO
“NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti.” Bu sözler Fransız lider Emmanuel Macron tarafından Trump’ın ilk dönemi içerisinde söylenmişti. Haklılık payının olduğu es geçilmemesi gereken bu sözlerin en önemli nedeni, Trump’ın AB’den Avrupa güvenliği anlamında daha iddialı adımlar beklemesi ve bölge güvenliği için Birleşik Devletler bütçesinden NATO yararına çıkan harcamaların fazla bulmasıydı. Trump için gerektiği takdirde NATO’dan çıkmak bile ABD için bir seçenekti. İşte bu ve bu gibi uluslararası kurumlarla pek ilgilenmeyen Trump politikaları AB’yi güvenlik anlamında özerkliğini artırmak ve ABD’nin güvenilirliğini sorgulamak gibi durumlara yöneltti. Biden döneminin başlaması ise AB ülkeleri için Transatlantik ilişkilere yönelik umutların yeniden filizlenmesine neden olmuştu. Bununla birlikte 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından itibaren AB hem kendi içinde daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde kenetlendi, hem de ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı destek paketleri ile Birleşik Devletler’in NATO dayanışması içerisindeki önemi perçinlenmiş oldu.
Ancak ikinci Trump döneminde ABD’nin Ukrayna politikasının hangi çizgiden ilerleyeceği bir muamma olduğu gibi NATO konusunda ne kadar aktif bir ABD göreceğimiz de bir tartışma konusu. Bilindiği üzere Trump sürekli olarak eğer kendisi yönetimde olsaydı Rusya-Ukrayna Savaşı’nın bu kadar uzamayacağını iddia etmekteydi. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte kendisinin yakın ilişkileri bulunan Rus lider Putin ile görüşerek ve kendi pazarlık yöntemlerini kullanarak savaşı bitirmeye çalışması beklenebilir.
Transatlantik Uzaklaşma İhtimali ve Çin
İşte bu durumda, eğer ki Trump’ın zihnindeki bir ABD hegemonyası AB ve Rusya’ya dayatılmak istenirse ve ayrıca Ukrayna önemli tavizler vermeye zorlanırsa, saldırgan devletlerin küçük devletlere yönelik gelecekteki saldırılarına bir meşruiyet zemini hazırlanmış olabilir. Öte yandan AB’nin Rusya’ya uyguladığı onlarca yaptırım, boykot ve lanetleme, birçok AB ülkesinin ekonomik dengesinin bozulması, Rusya ile ilişkilerini bir şekilde sürdüren Macaristan gibi ülkelerin devamlı dışlanması, Ukraynalı mülteciler gibi yaşanan onlarca kriz adeta bir hiç uğruna yaşandığı ile kalabilir ve bu durum AB’nin küresel oyunculuğuna duyulan saygıya zarar verebilir. Son zamanlarda çokça meşhur bir kavram olarak ortaya çıkan “Batısızlaşma” dolayısıyla Trump döneminde katlanarak artabilir ve Batı’nın beraber hareket etme fonksiyonlarının zarar görmesiyle Çin gibi küresel aktörler ticari becerilerini askeri sahalarda da daha cüretkâr bir biçimde gösterme özgüvenine sahip olabilirler. Dolayısıyla yeni Trump dönemi bir yandan halkın gazını popülist yöntemlerle alarak Çin’e karşı ticari savaşın önemini manşetten verip Avrupa’yı ABD nazarında önemsizleştirirken, izlenen bu Pasifik odaklı dış politika ABD’nin en önemli rakiplerinden gördüğü Çin’in elini güçlendirebilir.
Diğer Yazılar
08.01.25
Trump'tan "Donroe Doktrini" İlanı: "Grönland Bizim Toprağımız!"
Donald Trump, bugün Florida'daki malikanesi Mar-a-Lago'da yaptığı bir açıklamada Grönland'ın ABD topraklarına dahil edilmesi gerekliliğini bir kez daha vurguladı. Trump, bu talebinin özellikle "ulusal güvenlik ve bağımsızlık" amaçlarına hizmet edeceğini belirtti ve Grönland'ı ABD için "kritik bir bölge" olarak tanımladı.
29.12.24
ABD’nin Küresel Hegemonluğu Terk Ettiği Bir Dünyada Yeni Liberal Uluslararası Dünya Düzenini Neler Bekliyor?
2016 yılı ABD tarihi açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Zira Donald Trump gibi nevi şahsına münhasır bir lider başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mevcut konjonktürün aksine Trump artık Avrupa’nın abisi rolünü ABD’ye daha fazla oynatmak istemiyordu. Ekonomik olarak külfetli olduğu için ABD kendisini doğrudan ilgilendirmedikçe hiçbir soruna müdahil olmamalı ve kendi çıkarını öncelemeliydi.
22.11.24
Milliyetçilik, Millet ve Toplum Üzerine
Milliyetçilik kavramı, her ne kadar bugün kullandığımız modern anlamıyla tarih sahnesine Fransız İhtilali zamanı çıkmış olarak kabul edilse de aslında tarih boyunca hep olagelmiş bir mefhumdur. Bu kavramın ilk örneklerini insanlığın ilk kabilelerinde ve klanlarında görmek mümkündür.